29 Mayıs 2013 Çarşamba

May the peace be upon you


Yeni tanıdım sayılabilecek birini bu hafta yemeğe çıkarmak istedim. Sordum, "Tmm ck gzl olr ;)" dedi.

Boğazın içine düşmüş terası olan bir restorant; yemekler fiyatına kırgın bırakmıyor. Garsonların tavırları jestleri kadar güzel, kız zaten güzel, o gece hava dahil her şey çok güzel.

Biz sohbet ederken gözüm ve biraz da kulağım yan masaya takıldı. Zor bilirdim dikkatimin biriyle konuşurken çekilmesi. Bir çift var o masada, güzel bir çift. Ya da çift olunca her şey güzel, bilmiyorum. Sermişler yanlarına boğazı, düşürmüşler üzerine kocaman bir ay. Tebessümler bakışmalara iştirak etmekten bitap düşmüş. Bir bakmak ama; kaybolmuşlar. İki gözün arasına giren rüzgar olsa allah çarpar. Kulaklarına birbirlerininkinden başka bir ses çarpsa çığlık sanıp uyanacaklar. Parmakları, şarap kadehinin etrafında zarif figürler sergiliyor ama öyle belli ki avuç içlerinin birbirini aradığı; bir insan, bir cisme böyle aşkla dokunabilir.

O ellerden biri dikkatimi çekiyor. Tekrar bakıyorum, az önce kadehi avuçlarında serçe tutar gibi tutan eller değil bunlar. Terlemiş, titremiş. Erkek olanın yüzündeki tebessüm yerini kuşku ve korkuya bırakmış. Korku kadar pis kokan bir şey yok. Yerin yedi kat dibinde olsan kokusu burnun direğine eziyet. Gözleri masa örtüsünü sabitleyen kıskaçlara takılmış, elleriyle ceplerini yokluyor. Buldu. Vakur bir şekilde başını kaldırıp kızın gözlerinde görüntüsünü seçmeye çalışınca bende ışık yandı.

Ayağa kalktı. Masanın sağından mı solundan mı gitse bilemedi. Beyninin daha çok kullandığı tarafıyla alakalı sanırım, sağı seçti. Kızın dibinde dikildi. O, dolu elini cebinden çıkartırken ben gözlerimi olabildiğine açmakla yetindim. Bana ne oluyorsa amk. Sol bacağını sağ bacağına göre daha geride bırakmıştı. Belli ki insan vakti gelince bunu bile düşünüyor. Ben olaya hakim olmak adına, ilk kez bindiği otobüste ineceği durağı kaçırmamak için manyağa dönmüş dayı gibi yırtınıyorum. Tam da bu an için geride bıraktığı dizinin üzerine çöktü. Benim gibi birinin bile içini ısıtacak cinsten birkaç cümle döküldü ağzından. Virgülüne kadar hatırlıyorum ama yazmayacağım. Bir çift lafa sığdırdı yaşamak istediği kadarıyla ömrünün kalanını.

Durdu, durduk, yan masadakiler, Orta Asya'dakiler, garson, elimdeki anason, dondu, donduk. Basacağım zılgıtı: "Haydi bir cevap ver, bir şeyler söyle. 'Olur' de 'Olmaz' de. Yeter ki bir şeyler söyle."

Kız ayağa kalktı. Aralarındaki mesafe artık 1 metre. Kız da dizlerinin üzerine çöktü. Aralarındakine mesafe demek artık anlamsız. Öyle bir sarıldılar ki, artık kızın söyleyeceği her şey anlamsız. Yine de kayıtlara geçmesi adına ağzından tek tük kelimeler döküldü, iyi kelimeler.

Ben lavabo için izin isteyip hesabı ödemeye koyuldum. O an içimden geldi, o masanın da hesabını ödedim. Belki "Çiftin arkadaşından bir adet burma bilezik" olmadı ama diğer masadakiler gibi de sahte alkışlar patlatmadım.

"Yemeğe çıkardığın kıza ne oldu?" diye soracak olursanız çok ayıp oldu. Akşam boyunca birçok şey anlattı ama ben hiçbirini dinlemedim. Ettiğim laflar da sadece anı kurtardı.