28 Temmuz 2014 Pazartesi

Bildiklerime Selam Ederim

Gözlerim  sadece 3 boyutu seçebiliyor. Kulaklarımın 20 hz'den aşağısına, 20.000 hz'ten fazlasına eyvallahı yok. Gökkuşağı benim gördüğümden muhtemelen çok daha güzel. Türk kahvesinden aldığım tadı hiçbiriniz almıyorsunuz.

Seçmediğim bir hayatı yaşıyorum. Sorulmadım bile bu dünyaya gelmek ister miydim diye.

Tanrım madem merak etmeyeceksin; keşke biraz daha yaşamasam.


31 Ağustos 2013 Cumartesi

Aklım sen kendini koru


Ya gerçekten varsa tanrı, ya gerçekten gönderildiyse dinler? Ya cennet gönülden teslim olanın değil,  aklıyla reddedeninse ne varsa indirilen?

Ya tüm güzellikler cennetin, ama tarçınlı kek ve türk kahvesi cehennemin olacaksa?

Değer mi bir cennet için?

Değmez.


29 Temmuz 2013 Pazartesi

Sudan Sebepler



Işığı açsam iyi olacak. Saate bakıyorum; neredeyse akşam 8, yelkovan 12'ye 10 var.

Aynaya bakıyorum; gördüğüm ben değilim. Çünkü ayna yattığım yerden sadece tavanı ve lambayı gösteriyor. Hava girsin diye açmadığım pencereden giren hava yetmiyor. Yan dönüyorum: "Dışarı çıksam n'apacağım?" diyorum, diğer yana dönüyorum: "Çıkmasam n'apacağım?" diyorum. Soruya soruyla karşılık verince ikna oluyorum. Nereye gideceğimi bilmiyorum ama 8:15'de duraktan geçen otobüs var. Ona güveniyorum. Nereye gittiğini bilir gibi bir hali oluyor körüklülerin. Hemen doğruluyorum ve yerdeki iki çoraba yataktan kalkmadan ulaşmaya çalışıyorum. Kollarım kısa kalıyor. Arabanın altına kaçan topu çıkartmaya çalışır gibi ayak parmaklarımla uzanıyorum. Kokluyorum, "Bugünü de çıkartır" diyorum. Aynaya bakıyorum, "Tipini sikiyim" diyorum. Banyoya girip, hızlıca suyun üstümden akmasına izin veriyorum. Kollarım, bacaklarım, her şey yabancı geliyor. Su aklımı alıyor. Su ıslak saçlarıma değdikçe kafam ellerimde ufalıyor. Başıma şefkat gösteriyorum ama acele de etmem lazım, malum, otobüs.. Kapının arkasından rastgele elime gelenleri üzerime geçirip kapıya varıyorum. Ayakkabılığım mevlit okutulan evin ayakkabılığı. Biri hariç hiçbiri eşinin yanında değil ama yine de tek eşliler; takdir ediyorum. Yan yana olanlar arasında 90 derece var. Belli ki sağdakini soldakinin kıçıyla çıkartmışım. Keratayı bulmam lazım yine bağcıkları çözmeden bırakmışım. "Silsem mi?" diye bakıyorum ama yine tozlanacaklar birazdan. Üşengeçliğimin bana ayar vermesine seviniyor, kapıyı kilitliyorum. Kulaklığı kulak içime yerleştirene dek gözlerime dalmak için kapıyı seçiyorum. Yürüyorum, posta kutularını sağlı sollu arkamda bırakıyorum. Üzerinde kapı numaramın yazılı olduğu kutunun yanından geçerken telefonla oynuyor gibi yapıyorum.

"If you'are leaving close the door
I'm not expecting people anymore"
- Apartman sakinlerinin dikkatine -
"Hear me grieving, I'm lying on the floor.
Whether I'm drunk or dead I really ain't too sure"
- Ödenmemiş borcunuzdan dolayı... -

Adımlıyorum. Her şey silik, her şey. Bakmıyorum ama insanların hepsinin yüzü aynı geliyor. İnsanların yüzsüzlüğüne yoruyorum. Hepsi hareket etmeleri gerektiği için, hareket etmeleri gerektiği kadar hareket ediyor. Hepsi dekor, hepsi duruyor. Ben yürüdüğüm için onlar hareket ediyor gibi geliyor. Saat satan zenci, şifresini girdiği ekrandaki "... kampanyasına katılmak ister misiniz?" menüsünde 'hayır' tuşunu arayan kadın. Hepsini ben yaratmışım o an, o anıma eşlik etmek için varlar gibi geliyor.

2-3 şarkı geçmiş; otobüse binişimi ve inişimi hatırlamıyorum. Kendimi 3. basamaktan Üsküdar motoruna atlarken buluyorum. Üst kata çıkmayı, yere oturup sigara yakmayı planlıyorum.

Motor geri dönerken baktığım yönün değişeceğini bildiğimden köprüye veriyorum yüzümü. Diğerleri habersiz gerizekalıların. Bazen çok zalım olabiliyorum. Halatlar da toplandığına göre hareket etmemize ramak var. Önce kafaları görünüyor son saniye yolcularının üst kat merdivenlerinde. Hepsi birazdan görünecek ayaklarına bakıyor, son basamağa geldiklerinde ellerini çözüyorlar korkuluklardan. Oysa canları hiç beklemedikleri anda düştüklerinde acıyacak en çok. Düştükleri yer en yüksek olacak arkasındakiler kaçışırken. Yine de yüzlerinde motoru kaçırma ihtimalinin heyecanı. Oturacak yer bulduklarında o heyecan yerini huzura bırakıyor.

Suyun karşı tarafını başka seviyorum. Ayıran sadece su olduğunda ayrılıkları kabul edebiliyorum. İki yaka, iki kıyı. Mesela yüzsem diyorum; istediğim yerden çıkarım karşıya. Oysa yol öyle mi? Olduğun yerin, olman gereken yer olmadığını farkettiğinde yeniden başlıyor. Bitmiyor.

Suyun kenarından yürüyorum ucu Kadıköy'e çıkan yolda. Biraz yürüyünce çay bahçelerinin yanındaki işaret kulesinin dibine konuşlanmış, öylesine geçenlerden çalıların sakladığı bankı buluyorum elimle koymuş gibi. Bir hali var; sadece ihtiyacı olanlara bulunmak ister gibi. İkimiz de aynıyız geçen temmuz bugün buluştuğumuzdan beri. Onda biraz toz birikmiş, bende biraz ölü toprağı.











29 Mayıs 2013 Çarşamba

May the peace be upon you


Yeni tanıdım sayılabilecek birini bu hafta yemeğe çıkarmak istedim. Sordum, "Tmm ck gzl olr ;)" dedi.

Boğazın içine düşmüş terası olan bir restorant; yemekler fiyatına kırgın bırakmıyor. Garsonların tavırları jestleri kadar güzel, kız zaten güzel, o gece hava dahil her şey çok güzel.

Biz sohbet ederken gözüm ve biraz da kulağım yan masaya takıldı. Zor bilirdim dikkatimin biriyle konuşurken çekilmesi. Bir çift var o masada, güzel bir çift. Ya da çift olunca her şey güzel, bilmiyorum. Sermişler yanlarına boğazı, düşürmüşler üzerine kocaman bir ay. Tebessümler bakışmalara iştirak etmekten bitap düşmüş. Bir bakmak ama; kaybolmuşlar. İki gözün arasına giren rüzgar olsa allah çarpar. Kulaklarına birbirlerininkinden başka bir ses çarpsa çığlık sanıp uyanacaklar. Parmakları, şarap kadehinin etrafında zarif figürler sergiliyor ama öyle belli ki avuç içlerinin birbirini aradığı; bir insan, bir cisme böyle aşkla dokunabilir.

O ellerden biri dikkatimi çekiyor. Tekrar bakıyorum, az önce kadehi avuçlarında serçe tutar gibi tutan eller değil bunlar. Terlemiş, titremiş. Erkek olanın yüzündeki tebessüm yerini kuşku ve korkuya bırakmış. Korku kadar pis kokan bir şey yok. Yerin yedi kat dibinde olsan kokusu burnun direğine eziyet. Gözleri masa örtüsünü sabitleyen kıskaçlara takılmış, elleriyle ceplerini yokluyor. Buldu. Vakur bir şekilde başını kaldırıp kızın gözlerinde görüntüsünü seçmeye çalışınca bende ışık yandı.

Ayağa kalktı. Masanın sağından mı solundan mı gitse bilemedi. Beyninin daha çok kullandığı tarafıyla alakalı sanırım, sağı seçti. Kızın dibinde dikildi. O, dolu elini cebinden çıkartırken ben gözlerimi olabildiğine açmakla yetindim. Bana ne oluyorsa amk. Sol bacağını sağ bacağına göre daha geride bırakmıştı. Belli ki insan vakti gelince bunu bile düşünüyor. Ben olaya hakim olmak adına, ilk kez bindiği otobüste ineceği durağı kaçırmamak için manyağa dönmüş dayı gibi yırtınıyorum. Tam da bu an için geride bıraktığı dizinin üzerine çöktü. Benim gibi birinin bile içini ısıtacak cinsten birkaç cümle döküldü ağzından. Virgülüne kadar hatırlıyorum ama yazmayacağım. Bir çift lafa sığdırdı yaşamak istediği kadarıyla ömrünün kalanını.

Durdu, durduk, yan masadakiler, Orta Asya'dakiler, garson, elimdeki anason, dondu, donduk. Basacağım zılgıtı: "Haydi bir cevap ver, bir şeyler söyle. 'Olur' de 'Olmaz' de. Yeter ki bir şeyler söyle."

Kız ayağa kalktı. Aralarındaki mesafe artık 1 metre. Kız da dizlerinin üzerine çöktü. Aralarındakine mesafe demek artık anlamsız. Öyle bir sarıldılar ki, artık kızın söyleyeceği her şey anlamsız. Yine de kayıtlara geçmesi adına ağzından tek tük kelimeler döküldü, iyi kelimeler.

Ben lavabo için izin isteyip hesabı ödemeye koyuldum. O an içimden geldi, o masanın da hesabını ödedim. Belki "Çiftin arkadaşından bir adet burma bilezik" olmadı ama diğer masadakiler gibi de sahte alkışlar patlatmadım.

"Yemeğe çıkardığın kıza ne oldu?" diye soracak olursanız çok ayıp oldu. Akşam boyunca birçok şey anlattı ama ben hiçbirini dinlemedim. Ettiğim laflar da sadece anı kurtardı.


24 Nisan 2013 Çarşamba

Yoldan Adam

İki bira asla sadece iki bira değildir.

Bunu kendi kendine, "Cuma akşamı takılalım" diye dışarı çıkıp, iyi kafayla cumartesi için plan yapıp, ertesi gün Edirne'ye gitmek üzere emniyet kemerini bağlarken düşünüyor insan.

"Hiç gitmediğimiz bir yere gidelim"den kasıt İstanbul'da ayak basmadığın onca yer olabilecekken, 250 km ötede gezgin olmak, içindeki ergene Into the Wild yaşayacakmışsın heyecanı yaşatıyor. Kendini bulmaya yolculuk; gürültü, insanlar, arabalar, akıllı telefonlar. Ben insanın kabuğuna çekilmesi diye buna derim.



Edirne, mimarisinden olsa gerek, soğuk bir şehir izlenimli. Selimiye Camii'yle karşılıyor ziyaretçilerini, yüzlerce insanla avlusunda. Görkemine ve kasvetine daha fazla direnemiyor biz de kendimizi avlusunda buluyoruz. Her şeyi kuralına göre oynama taraftarıyım. O yüzden "resmin ortasındaki noktaya odaklan" diye başlayıp, son 3 saniyesinde ansızın yaratık çıkan videolardan hiç sıkılmadan korkarım. Baktım herkes abdest alıyor ben de yöneldim şadırvana. Çorapları falan sıyırıp iki ayak içimi dayadım musluk yanı mermerlerine. Mermer soğuk ama abdest almayı hatırlamıyor olmam daha da soğuk. Yanımdakilere çaktırmamak için de "Hay Allah.. Öğle namazında abdest almıştım, tekrar almayayım bari" diye haset dolu bir seslenişten sonra çoraplarımın içine ayaklarımı daldırdım. Yanımda oturanların öğle namazlarını kılmadıkları çok belliydi. Şüphesiz onlardan daha iyi bir mümin olduğum için kıskandı beni piç kuruları. Sonrasında Camii'nin 3-5 farklı açıdan instagramlı fotoğrafını çekip standart sapmadan cenneti garantiledim. Arka planda Camii var ama blur, focusta turist kızlar. Allah büyük.

Acıktık tabii. Hemen Google'da 'trava ciğer' diye aratınca, tava ciğeri  "bunu mu demek istediniz?" diye uyardı. Adresi bulmamla beraber Ciğerci Aydın isimli mekanda aldık soluğu. Gördüğüme inanmak istemedim; kapının önünde 30 kişi ufacık ciğerci dükkanına girmek için sıra bekliyor. Neyse ki sırasının gelmesi pek uzun sürmüyor ve siparişler de hızlıca servis ediliyor. Ben, lisede ağlayan kızın yanındakileri uzaklaştırmayı görev edinmiş bir diğer kız ciddiyetiyle ağzıma attığım her lokmayla ciğerin bitişine üzülüyorum. Hesabı ödemek için kasaya vardığımızda dükkan sahibi adamın "Söyle be. Güzel bir şey söyle. Yalan da olsa hoşuma gidiyor" bakışlarını "Ne diyebilirim ki.. Verdiğimiz her kuruşa değdi doğrusu" bakışlarımla savuşturuyorum. Ayrılıyoruz.

Meriç Nehri'ne sürüyorum. En son, güzelliğiyle ağzıma böylesine şekil verebilen Gülşen Bubikoğlu'nu yad ediyorum. Nehir kenarı bir çay bahçesine oturuyoruz. Etraf cıvıl cıvıl; nehirde suyun sürüklenişi, liseli kızların kadeh gibi çınlayan sesleri.. En güzel sesler koleksiyonunu tamamlamak için hemen cebimdeki paraya davranıp hışırtısını dinliyorum, yatıştırıyor. Bakabildiğim her şeyi görmek istiyorum; önce Nehir kenarlarının bozulmamış oluşuna takılıyorum. Sonra Nehir'in iki yakasını bağlayan köprü aklımı alıyor. Köprüler bilinç altımda nehrin iki yakasına yaptıklarına inat hep ayrılıkları temsil ediyor. Aklıma Marina Abramovic ile Ulay'ın hikayesini getiriyor. Bir sigara yakıp tüm kameralar beni çekiyormuşcasına tellendiriyorum. Oysa ben hiç köprüde ayrılmadım.

Gündüz gelirken 1 saat süren yolun, gece dönerken 4 saat sürmesine, eve gelip 10 saat uyuyarak tepkimi koyuyorum.

21 Nisan 2013 Pazar

Hep Benden

Ne oluyorsa hep benden, ne olmuyorsa da öyle. Bu, bazen suratımda garip bir gülümsemeye bırakıyor kendini; alaycı ama derin, yara izi gibi.

Benzeri, küçükken mahalle maçında "Abi sen oynamazsan kaybederiz! Kesin kaybederiz abi!" dediklerinde belirdi dudağımın sol yanında. Canımı dişime takıp, maçı takımıma kazandırmak üzereyken, kendi kaleme yanlışlıkla atılmış süsü verdiğim bir gol atıp, evine haciz gelmiş gibi dizlerimin üzerine yıkıldım. Gözlerimin bir ucu Fırat Nehri'ne bağlanmışcasına ağladım maçtan sonra. Benim o halimi, terlemiş yüzümün sıcağında kurumuş göz yaşlarımı gören takım arkadaşlarım, halimi görmeye dayanamayıp onlar da ağladılar. 5-6 çocuk bağdaş kurup, göz torbalarımızda yaş kalmayana kadar ağladık.

Bunu o zamanlar açıklayamazdım ama artık biliyorum. Hayatımda ağırladığım her insana aynı oldu tavrım. Hep bunun için oldu çabam; onlarca bilinmeyene sahip koca bir denklemde basit bir hamleyle sadeleştirilen eleman olmaktansa, sadeleştirildiğinde paydasında 0 (sıfır) bırakacağım basit bir denklemin elemanı olmayı evla buldum, buluyorum.

Gecelerin en huzurlusu buraya kadar sabredip okuyanların olsun. Zaten sigaram da bitti, ben yatıyorum.


17 Nisan 2013 Çarşamba

Hafriyat


Nicedir bir şeyler yazmıyorum. Ne zaman niyet etsem ya çok ciddiye almışım ya da taşak muhabbetinden öteye geçmemiş yazdıklarım. Ben arasını bulamıyorum. Hep söylüyorlar da duymuyorum; bir şeyi tadında bırakmayı bilmiyorum. 

Burada kazı yapma niyetindeyim. Kepçe - dozer ve bilip bilmediğim ne kadar hafriyat makinesi varsa yolladım içime deli gibi çalıştırıyorum. Bayağı toz - duman ve gürültü çıkartıyorlar da aldırış etmiyorum. Çıkanları da silmeden, parlatmadan buraya yazma niyetindeyim. Yani size kömürden ötesini vaat etmiyorum. Arada taş - toprak, yıllar önce kaybettiğiniz çorabınızın teki ve kendinizden bir parça bir şeyler bulma ihtimaliniz de var ama umutlandırmak da istemiyorum. Umut kötü.

Blog ve yazı için seçtiğim resme de geçenlerde rastladım. İncelerken 3-5 dakikamı kaybetmişim, görmeye başlar başlamaz anladım. Ben hiç önde duran çöplükten ötesini göremedim, göremiyorum. Genelde bunu yaparken de kendimi hayatıma bakarken yakalıyorum. Sonra çaydan bir yudum daha alıyorum, yine demini almamış. Öğrenemeyeceğim herhalde şunu demlemesini. Şekeri de teke düşürdüm ama alışamıyorum. Herkese "Çayın tadını şekersiz içince alıyorsun abi." diyorum. Oysa ben hiç çayı şekersiz içmedim.